İngiltere’de kaldığım süre içinde birçok şehri gezmiş bulundum. Ne kadar birbirlerine benzer şehirler olsa da hepsinin ayrı bir tadının olduğunu söyleyebilirim. İlk durağım Oxford oldu. Şehrin buram buram tarih, bilim, sanat koktuğunu söyleyebilirim. Şehirde adlandıramadığım bir ciddiyet vardı nedense. Harry Potter’ın çekildiği okul, Newton’un evi, ünlü Oxford Kütüphanesi ve tabiki de muhteşem Oxford Üniversitesi… Şehir heykeller, sanat eserleri ile döşenmişti. Bu şehrin benim için unutulmayacak tarafı, sanırım okul grubundan kopup kaybolmamdı. İlk okul gezisi olmasına bağlıyorum bunu. Yarım yamalak İngilizcem ile neyse ki rehber öğretmenimi bulduğumda bu yaşımda boynuna atlamıştım.
En en güzel gezimin Londra olduğunu söyleyebilirim. İstanbul’dan sonra bu kadar büyülendiğimi hiç hatırlamıyorum. Big Ben, Tower Bridge, Buckingham Palace, Parlamento binası, London Eye, Westminster Abbey. London Eye’a binemesem de 1 saat boyunca onu dışarıdan izlemek hoştu. Hemen yakınındaki sokak göstericilerinin şovları, korku tünelinden çıkan korkunç kılıklı insanların, sokaktan geçen turistleri kopmuş el, ayak, kol vs. ile korkutmaları epey ürkütücüydü. Bende nasibimi almıştım tabi.
Prens ve prensesin evlendiği gün de Londra’da bulundum. Bir masala şahitlik yapmak muhteşemdi elbette. Kraliyet ailesinin geçidi, halkın onları selamlamaları ve sevgi gösterileri... Her şey çok güzeldi. Onları görmek için insanların birbirleri arasında yaptığı yarış bile hoştu. Tabi kimse kimseyi itelemeden. Kraliyetin klasik balkona çıkmalarını görmeye çalışmam, gördüm mü görmedim mi tam hatırlamıyorum ama birkaç resim çekmeyi başarmıştım.
Okulun bitişine yakın ailem beni ziyarete geldi. Bristol’da iki gün kadılar. İngiltere’deki ailem ile tanıştılar. Geri kalan beş gün Londra’da vakit geçirdik. Kız kardeşim ve annem ile birlikte Londra’yı bir kez daha ayağa kaldırdık. Buckingham Palace’ın kapısının önünde askerlere bakarken bir anda bir hareketlilik oldu. Motosikletli polisler, arabalar… Bir şeyler oluyordu ve ne olduğunu anlamadan Palace’ın kapısı açıldı. Bir araba çıkacaktı. Araba yaklaşınca içinde sarı elbiseli, beyaz eldivenli yaşlı bir bayanın bize el salladığını gördük. Kız kardeşimle birbirimize bakıp “Quenn” diye bağırdığımızı hatırlıyorum.
Videosunu çektim ama kız kardeşimin asla görmeden gitmek istemediği Nothing Hill gezimizde, kaldığımız süre içinde yağmur bir yağdı, bir güneş açtı. Julia Roberts ile Hugh Grant’n filmini her defasında ağlaya ağlaya izleyen kız kardeşim Betül, tabi ki filmin çekildiği ünlü kitapçının önünde de ağlamadan edemedi. Perşembe günleri bu semtte pazar kuruluyor; yiyecek , içecek , kıyafet her şey bulabiliyorsunuz.
Madame Tussauds gezisine diyecek yok tabi ki. Tüm ünlüleri sembolik de olsa yakınında hissetmek güzel. Annemin elindeki bastonun işimize bu kadar yarayacağını hiç düşünmedik, hiçbir yerde hiçbir sıra beklemeden girmek ne kadar güzel bir şeymiş.
Son gün kız kardeşimle SOHO’ya gitmeye karar verdik. Sonuçta tüm eğlence merkezinin olduğu yerdi burası. Güzel bir mekanda bir şeyler yedik içtik, sokak sokak gezdik ama Londra gezmekle bitmiyor. Koca şehirde yapacak çok şey bulabiliyorsunuz. Canınız asla sıkılmaz. Müzikallere gidebilirsin, müzeleri gezebilirsin, bir kafe de oturup yemeklerin tadını çıkarabilirsin, sarayları ve kiliseleri gezip bir zamanlar buralarda kralların ve kraliçelerin yaşadığını düşünür hoş bir duygu hissedersin, ünlü mağazalardan alışveriş yaparsın. Yani saymakla bitmez Londra’da yapacakların.